Broken Rose

Broken Rose

Sunday, August 3, 2008

Saturnus - For Your Demons (Deneme)


bu kuzgun gecede sana yazıyorum...sen de benim gibi yalnız mısın? bir iç çekiş ve sonrası, kelimelere, cümlelere döküyorum herşeyi, kederimi, kederini...

bu yazı, yalnız ve sevgisiz gecelerde sana musallat olan şeytan için, geçmişinin silinmeyen hatıraları, acıları için... benim sana unutturamadığım bu anılar... ruhunu lekeleyen gölgeler, kayıplarının yankıları için... beni sana yaklaştırmayan görünmeyen duvarlar...

bu yazı senin bağışlanman için, kendini bağışlaman için, geçmişin izlerinden kurtulman için... senin yüreğine sapladığım hüzün için, benim hüzünlerimi sana aktardığım, iki kişilik üzüntü duyduğun için... bütün bunları geride bırakman ve önünde seni bekleyen hayata, yola adım atman için... geçmişinden uzak... korkuyla fakat umutla, kayboluştan kurtuluşa...

bir iç çekişle mi uyandın, gülümsemeden, öyle değil mi? bu yüce gecede kuzgunların kederini duydun mu? senin ve benim için kederlenmelerini, belki de kederlerimizle bize mesajlar iletmelerini, görünmeyen duvarları yıkmalarını... tam bu gecede...

bu yazı, yalnız ve sevgisiz gecelerde bana musallat olan şeytan için, sana unutturamadığım geçmişin verdiği hüzün için... ruhumu lekeleyen gölgeler, kayıplarımın yankıları için... sana yaklaştırmayan duvarlara lanetler edişim için, kendimi unutmalarım için...

bu yazı benim bağışlanmam için, kendimi bağışlamam için, yaptıklarımdan pişmanlık duymamam için... benim yüreğime sapladığın hüzün için, senin hüzünlerine ortak olmaya çalışmalarım için... bütün bunları geride bırakmam ve önümde beni bekleyen hayata, yola adım atmam için... senin geçmişinden uzak... korkuyla fakat umutla, kayboluştan kurtuluşa...

Esra KAYA, July 2008

What?

what is this feeling?
what is this pain?
pushing inside and outside
feeling and not feeling
all together, at the same time

what are the questions?
what are the solutions?
rolling around my mind
knowing and not knowing
all together, at the same time

am I blind or what?
as if in a glass prison
there mist stands across my eyes
cloudy and gloomy

am I deaf or what?
as if in a prison of my body
there lies only my inner voices
shut to the outside

am I dreaming or what?
what if the visions
I saw
what if the voices
I heard
I remember!
what are those?
that I created or not?
delusions?
no can not be
reality?
yes should be
I don't know
what to know
I don't know
what to feel
I just want somebody
to tell me the truth!
real truth!
there goes pain
from my mind to my soul
my heart bursts me down
I just want!
just want!
ENOUGH!

Esra KAYA, May 2008

Operada Sessizlik

Başarılı bir opera sanatçısı, bütün hayatı koca bir ekiple, şehir şehir, ülke ülke dolaşarak turlarda geçen bir kadın... sahneye çıktığı an izleyiciyi büyüleyen, seyretmeye doyamaz hale getiren bir kadın... oyun boyunca ne bir ses ne bir seda, ne uyuklayan ne de alkışlayan bir seyirci kitlesi... ses ve mimiklerin birbiriyle tam bir uyumunu yaşatan mükemmel bir sanatçı... müziğin gelişinden anlaşılır, mutlu bir an!... sesi çığılıklara bürünür sanki, mutluluğun haykırışları bellidir, yüzünde bir gülümseme yeter ne kadar mutlu olduğunu anlamak için... başka bir sahne; o da ne! Sarayın hayaleti! prenses kaçmaktadır sarayın karmaşık koridorlarında, kalbi çarpmaktadır, derin nefes alıp vermesiyle söylediği sözler, korku ve karmaşıklık dolu gözler... perdeler açılır ağlamaklı bir keman sesiyle... sevgilisi ölmüş kollarında yatmaktadır köylü kızının, kralın şövalyeleri öldürmüşler bir emirle, genç çobanı... köylü kızı ağlamaklı, dudaklardan zor dökülür sözler, göz yumukları parlak ama donuk bakışlarıyla... yine bir mükemmeliyet... etraf suskun, etraf sakin, etraf yaşamaktadır... o anı... perde kapanır... tekrar açılır... ve... işte alkış zamanı... bütün bir zerafet ve kibarlığıyla selamlar izleyicileri... perde kapanır yine... hayal ederek oynar oyununu, anlamları yaşayarak söyler sözleri... sakindir... kalabalık önünde olmasının bir heyecanı, önemi yoktur... izleyiciye baktığında, canlandırdığı sahne gözlerinin önündedir, bir tek izleyeni bile farketmeyecek kadar oyuna vermiştir kendini... onu heyecanlandıracak olan orada değildir... hızlı kalp çarpmalarının tir tir titremesine neden olduğu, hareketlerinin kontrolünü yitirdiği ana sebep olacak olan orada değildir...

Sahne arkasında izleyicilerin ayak seslerini dinler... sık darbelerden seyrelen ayak seslerine... son bir vuruş ve sessizlik... salon boşalmıştır... sahne arkasını şöyle bir tarar... etraf sakin, etraf sessiz, sahneye gider yavaş adımlarla... en öne, en ortaya gelir... ellerini önde kavuşturarak dikilir... gözleri kocaman açık, derinleşen karanlığa bakar... dikkatinin çekebileceği birşeyleri arar gözleri, donup kalacağı, heyecanlanacağı birşeyler, bir obje belki de... belki de mutlu edebilecek bir ışık hüzmesi, belki de korkacağı bir karaltı, belki de ağlamasını sağlayabilecek bir yağmur sesi... ve öylece dikilir... belki bir, belki iki saat... donuk, anlamsız, ifadesiz, ne hissettiği belli olmayan donuk gözlerle... oyunlarının aksine... bekler onu öylece her oyun sonrası... geldiği anda heyecanlanacağı, ona yaklaştıkça kalp atışlarını duyacağı, karşısında durduğunda sözlerinin boğazında düğümleneceği, birden sarıldığında ağlayacağı, ağladıktan sonra gözlerini silip gülümsemesi karşısında gözlerini kısıp gülümseyeceği, dudaklarına yaklaştıkça nefes alamayacağı, öptüğünde anın duracağı, ayrıldıklarında kaybetme korkusunu hissedeceği... onu... bekleyiş anlarının, hissizlik anlarının, donuk anların telafisi, oyunları... düşünün ki telafileriyle nasıl etkileyebiliyor izleyiciyi... düşünün ki beklemelerin bittiği, onun geldiği anı... şahit olduğunuzu düşünün... kelimelerle ifade edilemez bir etki...

Esra KAYA, April 2008

Friday, February 22, 2008

Sevgi

Sevgi, karşılıksız olmalıdır derler her zaman, olduğu haliyle sevmelisin karşındakini derler, ne bir değişiklik ne de karşılık bekleyerek değil derler… seviyorsan, karşındaki seni seviyormuş sevmiyormuş umrunda olmamalıdır, çünkü sen yine de sevmişsindir o kişiyi, değişiklik beklenmemelidir hayattan, o kişiden, çünkü o haliyle tanıyıp sevmişsindir… senin sevgine karşılık gelmişse o zaman ne mutlu sana… peki ya değilse… sevgi iki kişiyi de besleyebilir mi… hem ona hem de kendine yetebilir mi… sen sevgini karşındakine vermişken, senin sevgiye ihtiyacını da karşılayabilir mi… bir süre sonra tükenmez mi bunun kaynağı, yokuşu çıkmak gibi daha çok gaza basıp daha fazla benzin harcanmaz mı, yemek yer gibi yedikçe daha çok enzim salgılanmaz mı, sevgi de verdikçe daha çok verilmeye başlanmaz mı... o zaman kendine ayırdığın sevgi ne olacak, yeter mi iki kişi için de sevgi… kendini de sevmeye devam edebilir misin… bir yandan sevgi vermeye devam ederken bir yandan da kendisine sevgi kaynağı aramaya başlamaz mı insan… ta ki karşısına karşılıklı sevgilerini verebilecekleri kişi çıkana dek… hani sevgi karşılıksızdı, ne oldu o sözlere… sevgi karşılıksızmış ne zaman ki o kişi karşına çıkana kadar, karşılıklı birbirinizin sevgi kaynağı olacağınız kişi belirene kadar… ihtiyaçmış sevgi, hem vermek için hem de almak için… vermek istermiş çünkü sevgi biriktikçe insanda rahatsızlık yaratırmış, dolarmış ama taşamazmış… sadece kendini sevmek yetmezmiş başkalarını da sevmek istermiş… almak istermiş çünkü kendini sevmesi için, karşındakine vermesi için kaynağa ihtiyacı olurmuş… çünkü sen kendini sevmişsin ne çare başkası seni sevmeyince, bunu başkalarından da hissetmek istermiş, eninde sonunda yine kendini sevmek için… peki bencillik değil mi şimdi sevgi… bencillik belki ama bir yandan da güzel birşey, karşılıklı olunca, iki insan birbirinin sevgi kaynağı olunca, karşılıklı bencillikten doğan karşılıklı bir mutluluk, dengede bir paylaşım, ne fazla vermek ne de fazla almak… dengesiz bir paylaşım ise dengesiz bir kişilik… fazla sevgi, fazla güven, sevginin içinde boğulmak… az sevgi, az güven, sevgisizliğin içinde kurumak…

Sunday, December 30, 2007

Dayatılan Yaşam...


Insanın içinden geldiği gibi davranamaması ne kadar yorucu, zaten kapalı bir kutu içindeyken, kutunun içerisinde bir köşede korkunun, özlemin, tatsızlığın verdiği duygularla sıkışıp kalmak… duvarların üstüne geldiği yetmezmiş gibi, kalbinin taşmayı istemesi, istedikçe dışarı doğru kabarması, ve seni içten de sıkıştırması… mantıklı davranmaya çalışırken, isteklerinden uzak durmaya çalışmak… isteklerinden uzak kaldıkça hiçbirşeyden zevk alamamak… doğruyu yapmak için farklı beyinlere ihtiyaç duymak, sonrasında ise yine başına buyruk gitmek istemek ama yapamamak… duygularının, isteklerinin seni götürdüğü yere gitmeyi tercih ettiğin zamanların cezasını çekmek… sonunda bir suçlu gibi sürgüne gönderilmek… senden bekleneni, isteneni yapmaya mecbur bırakılmak, istemediğini yapmak durumunda bırakılmak… sürgüne gönderildiğin ıssız adadan kaçmak istemek ama köpekbalıklarına yem olma ihtimali sebebiyle kaçamamak, belki de geride kalanları öksüz bırakmamak istemek… elin kolun bağlı hayatını gözünün önünden geçirmek, belki de yaşamışlıkların ve mutlu olduğun avuç içi kadar anınla mutlu olmak… sana sunulan gidişatı belli, seçeneklerin belli bir hayatla yaşamaya, ayakta durmaya çalışmak… durumu kabullenememe, gerçeği inkar etme duygusuyla yaşamak… kaçılamayan adada yapılacak tek şeyin hayal kurmak olduğu, soyut bir mutluluk yaşamaya çalışmak… uçurumun yamacında beklemek, beklemek, beklemek… gökten bir ışık hüzmesiyle inecek bir meleği ve o melekle olmayan ülkeye gidip hayallerin gerçekleşmesini beklemek… belki de sana ayırılmış bir yatakta uyumak uyumak, gerçeği yaşamamak için uyumak, ve gerçeğin kötü olmadığını, yaşanabilir olduğunu söyleyecek bir prensin seni öperek uyandırmasını beklemek, gelmesede uykuda herşeyi unutmak… bazen kabuslar izin vermese de gerçekten daha güzel olduğunu bilerek uyumak… dünya bir ada, dünya bir kutu… kısılıp kalınan, yaşanan şeylerin seni yönlendirdiği, yaş ilerledikçe, hayat tecrübesi arttıkça zevk alınamayan, koşulların sana dayattığı bir dünya, yaşam… acıların seni yorduğu, yordukça kendini kapadığın bir yaşam, tatsız, tuzsuz, acısız bir yaşam…

Sunday, May 13, 2007

Gerçek & Umut

Empyrium un müthiş şarkısı waldpoesie yi dinliyorum… içimdeki bitmesini istemediğim umudumun, hayata tutunabileceğim birşeylerin karşıma çıkması umudunun, hayatın gerçekleriyle, her seferinde umudun tersine çıkması, bitmek tükenmek bilmeyen aksiliklerin, olması istenmeyen herşeyin gerçeğe dönüşmesiyle savaşını anlatıyor sanki… umut her seferinde ayakta kalmaya çalışıyor, gerçekse üstüne üstüne geliyor, hiç acımadan saplıyor bıçağı ve hoşuna gidercesine gülüyor, umut ise yaralanıyor, düşüyor ama gülümseyerek tekrar ayağa kalkıyor, bu durumdan hoşlanmayan gerçek bu sefer toplu halde saldırıyor, gerçek gerçeklere dönüşüyor, oysa umut yalnız başına ve yaralı, ayağa kalkıcak hali kalmıyor, yenik düşüyor, üzülürcesine, beni gerçekle yalnız bırakacağı için… yavaş yavaş gözlerini kapatıp kaybolmaya başlıyor, acı acı birbirimize bakıyoruz, hıçkırıklarla ağlıyorum arkasından, boğulurcasına, ona kavuşmak istercesine, ve istediğim oluyor artık, yoruluyorum, kendimi bırakıyorum, tepkisiz gerçeğin hakimiyetinde yaşıyorum ölümü beklercesine, ona kavuşmak için… ağıtlar yakılıyor arkamızdan...yolunu kaybetmiş bir göçmen kuş misali hissediyorum, yolumu aramışım aramışım ama bulamamışım, azim kalmamış, soğuktan hareket edemiyorum, donmuşum sanki, kendimi ölüme bırakmışım gibi….

Esra Kaya

Wednesday, March 14, 2007

Sacrificed Souls

Sacrificed souls,
Dedicated souls,
Forsake nothing but them
Everything is meaningless related of one’s own
Except one!
Closest but the furthest one
Belongs to you but not
Anyhow the precious
Landmark!
Precious becomes torture
Torture smothers from the inside, slowly
Living,
No breathing,
Anyhow still hope, fractional

Sacrificed Souls,
They can’t even breathe, they are only thinking
As if the last moment of life
Thinking of their belongings
Praying to the God
In their temples
In their beings
To be released from the past...

Esra Kaya 2007