Broken Rose

Broken Rose

Sunday, August 3, 2008

Operada Sessizlik

Başarılı bir opera sanatçısı, bütün hayatı koca bir ekiple, şehir şehir, ülke ülke dolaşarak turlarda geçen bir kadın... sahneye çıktığı an izleyiciyi büyüleyen, seyretmeye doyamaz hale getiren bir kadın... oyun boyunca ne bir ses ne bir seda, ne uyuklayan ne de alkışlayan bir seyirci kitlesi... ses ve mimiklerin birbiriyle tam bir uyumunu yaşatan mükemmel bir sanatçı... müziğin gelişinden anlaşılır, mutlu bir an!... sesi çığılıklara bürünür sanki, mutluluğun haykırışları bellidir, yüzünde bir gülümseme yeter ne kadar mutlu olduğunu anlamak için... başka bir sahne; o da ne! Sarayın hayaleti! prenses kaçmaktadır sarayın karmaşık koridorlarında, kalbi çarpmaktadır, derin nefes alıp vermesiyle söylediği sözler, korku ve karmaşıklık dolu gözler... perdeler açılır ağlamaklı bir keman sesiyle... sevgilisi ölmüş kollarında yatmaktadır köylü kızının, kralın şövalyeleri öldürmüşler bir emirle, genç çobanı... köylü kızı ağlamaklı, dudaklardan zor dökülür sözler, göz yumukları parlak ama donuk bakışlarıyla... yine bir mükemmeliyet... etraf suskun, etraf sakin, etraf yaşamaktadır... o anı... perde kapanır... tekrar açılır... ve... işte alkış zamanı... bütün bir zerafet ve kibarlığıyla selamlar izleyicileri... perde kapanır yine... hayal ederek oynar oyununu, anlamları yaşayarak söyler sözleri... sakindir... kalabalık önünde olmasının bir heyecanı, önemi yoktur... izleyiciye baktığında, canlandırdığı sahne gözlerinin önündedir, bir tek izleyeni bile farketmeyecek kadar oyuna vermiştir kendini... onu heyecanlandıracak olan orada değildir... hızlı kalp çarpmalarının tir tir titremesine neden olduğu, hareketlerinin kontrolünü yitirdiği ana sebep olacak olan orada değildir...

Sahne arkasında izleyicilerin ayak seslerini dinler... sık darbelerden seyrelen ayak seslerine... son bir vuruş ve sessizlik... salon boşalmıştır... sahne arkasını şöyle bir tarar... etraf sakin, etraf sessiz, sahneye gider yavaş adımlarla... en öne, en ortaya gelir... ellerini önde kavuşturarak dikilir... gözleri kocaman açık, derinleşen karanlığa bakar... dikkatinin çekebileceği birşeyleri arar gözleri, donup kalacağı, heyecanlanacağı birşeyler, bir obje belki de... belki de mutlu edebilecek bir ışık hüzmesi, belki de korkacağı bir karaltı, belki de ağlamasını sağlayabilecek bir yağmur sesi... ve öylece dikilir... belki bir, belki iki saat... donuk, anlamsız, ifadesiz, ne hissettiği belli olmayan donuk gözlerle... oyunlarının aksine... bekler onu öylece her oyun sonrası... geldiği anda heyecanlanacağı, ona yaklaştıkça kalp atışlarını duyacağı, karşısında durduğunda sözlerinin boğazında düğümleneceği, birden sarıldığında ağlayacağı, ağladıktan sonra gözlerini silip gülümsemesi karşısında gözlerini kısıp gülümseyeceği, dudaklarına yaklaştıkça nefes alamayacağı, öptüğünde anın duracağı, ayrıldıklarında kaybetme korkusunu hissedeceği... onu... bekleyiş anlarının, hissizlik anlarının, donuk anların telafisi, oyunları... düşünün ki telafileriyle nasıl etkileyebiliyor izleyiciyi... düşünün ki beklemelerin bittiği, onun geldiği anı... şahit olduğunuzu düşünün... kelimelerle ifade edilemez bir etki...

Esra KAYA, April 2008

No comments: